bir iç yolculukta kesilir yaşamın hesabı
MİZAN (YALNIZ AĞAÇ - 3)
- Deli deliyi sever; ben de deliyim, gel otur hele şuraya...
Böyle diyordu kahvedeki yaşlı adam, o yağmurda Beypazarı’na motorla vardığımda.
Yılın son günüydü; Ankara’daki alışveriş merkezleri büyük ihtimalle çıldırmak üzereydi. O sırada hipermarket kasalarında, içinde parlak külahlı yılbaşı süsleri bulunan arabalar kim bilir ne uzun, ne sinirli kuyruklar oluşturuyordu.
Dolaşım bozulmuş, sokaklardaki tansiyon artmış, şişman şehrin damarları iyice tıkanmış, enfarktüs Ankara’nın kapılarına, kalp kapakçıklarına dayanmış olmalıydı.
Yıl bitmişti; eğlenilecekti ve o gece için gün rezil edilmeli, çile çekilmeliydi.
Benim derdimse başkaydı; benim bir hesabı kesmem, bir yaşam mizanı almam gerekiyordu.
Ama bu mizan beş katlı bir binanın zemin katında değil; dünyanın çatısında, yeni evli bir akasya kız ile menengiç oğlanın terasında alınmalıydı. Çıkan sonucu da kağıttan uçak yapıp, aşağıdaki ovalara atmalıydı.
Ve şakır şakır yağmur altında, Makedon “Jovano, Jovanke” şarkısı kulağımda:
Jovano; Vardar Nehri’nin kenarına oturmuş beyaz çarşaf yıkıyorsun. Yukarı bakıyorsun aşkım, kalbim Jovano. Annen beni görmene izin vermeyecek. Ben senin gelmeni bekleyeceğim, fakat sen gelemeyeceksin, benim sevgili Jovano’m...
düşüyordum Beypazarı yollarına; varıyordum Gelin Kayası’na.
Tarlada diz boyu çamura saplanıyor, Beypazarı – Ayaş yolundan gelip geçen araçlara el sallıyordum.
Bir kamyon, bir de minibüs duruyor, şoförleri kırk yıllık dosta yardıma koşar gibi pantolonları, ayakkabıları çamur içinde kalarak yanıma geliyordu. Kan ter içinde motor kurtarılıyor, başka bir ülkede rastlanamayacak bu “karşılık beklemeden yardıma koşma” vedalaşarak, helalleşerek son buluyordu.
Bu iç yolculukta, bata çıka tırmanıyordum Gelin Kayası'na;
ardımda yağlı boya dünya, çarşısında koşturma,
nefes nefese yalnız ağaçlar ormanındaki duvarsız sarayıma varıyor, tahtıma kurulup, başlıyordum kendimle hesaplaşmaya.
Üşendiklerimi, ürktüklerimi, ürküttüklerimi, emek verip, esirgediklerimi, sevdiklerimi, sevenlerimi, çok ama çok üzdüklerimi, düşlerimi, düşüncesizliklerimi, düşünmeden edemediklerimi alt alta yazıyor; toplayıp çıkartıyordum.
Ardımda yılın son güneşi batarken, bilet değil, iki ağaç arasında mizan alıyor; uğultulu bir tepede hayatımın hesaplaşmasını yapıyordum.
Ve ömrümü etkileyecek kararları Behramoğlu gibi kuşatma altında değil; bomboşlukta, yapayalnızlıkta, rüzgarın, yağmurun etkisi altında alıyordum.
Kapkara havada, karla karışık yağmur altında, iç hatlardan binilmiş kağıttan bir uçağın kanatlarında, kendimden dönüyordum.
Sisten göz gözü görmeyen kaygan Ayaş yollarında, silgimi bir tepede bırakmış, cebimde kurşun kalem, kalemtraş, yıldoğumuna, tek kullanımlık çizgisiz yaşam defterimin bembeyaz bir sayfasına gidiyordum...
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com |