KÜÇÜK PERTEV’İN ÖYKÜSÜ
( Sıradan bir çocuğun öyküsü bu, okunmasa da olur ama yazılmasa
olmazdı)
1930’ların
başları - İstanbul
Küçük Pertev, İstanbul’da, Ahırkapı’da yaşardı. Tek odalıydı evleri, üç de ağabeyi vardı. Babası Arnavutluk’tan
göç
etmiş Nafiz, az ötelerindeki “İnhisarlar (tütün) Deposu”nda bekçiydi.
Sabah herkes uyurken kalkar, siyah ilkokul önlüğünü giyer, kavanozdan aldığı dört zeytini, bir parça da yavan
ekmeği yiyip uzun okul yoluna düşerdi. Sirkeci’den, Harbiye’den gelen tramvayların arkasına asılır, arada biletçi
kovalarsa atlayıp, bir sonraki tramvaya asılır, Sultanahmet’e, Divan Yolu’na varır, oradan da yürüyerek Piyer Loti
Caddesi
boyunca Kadırga’daki ilkokuluna kadar giderdi.
Okuldan eve döndüğünde kapı kilitliyse, bir omuz darbesiyle kapıyı açar, çantasını fırlatıp atar, asma kilidi de
emaneten tutturup sokak aralarında kaybolurdu. Zaten ne çalınabilirdi ki evden; ortalığın gündüze döndüğü
Sultanahmet’deki
Adliye Sarayı’nda büyük bir yangının çıktığı gece, mahalleli
evlerindeki kıymetli eşyalarını
toplarken,
onların kaçıracakları ufacık bir denkten başka malları yokken? Bazı akşamlar,
-
“Karnım aç”a verilen cevap
-
“Karnına kara bıçak saplansın!” olurken.
Ahırkapı sahilinde, artık önünden yol geçen deniz fenerinden donla denize girmekten sapsarıydı küçük Pertev’in
saçları. Kıyıdan karpuz yüklü mavnalar geçerken arkadaşlarıyla denize atlarlar, kendilerine atılan karpuzları bir
yandan
itip, bir yandan yüzerek sahile çıkartırlar, oracıkta da kırıp yerlerdi.
Kimi zaman Sultanahmet’te yaptığı fırıldakları satar, kazandığı paranın 10 kuruşuyla Beyazıt’taki, Şehzadebaşı’ndaki
Ferah Sineması’na, Naşit’in Tiyatrosu’na, Hilal Sineması’na giderdi. Bir Ramazan günü, Milli Sinema’da Frankenstein’la
tanışmış, çok korkmuştu. Kimi zaman da bacak kadar boyuyla, Eminönü ve Yüksek Kaldırım üzerinden yürüyerek
taa
Beyoğlu’ndaki Alkazar Sineması’na, kovboy filmlerine giderdi.
Demiryolları da yoluydu. Cankurtaran’dan çıkar, Gülhane Hastanesi bahçesindeki dut ağacına yürür, aşağıya nasıl
ineceğini
bilemediği yüksekliklerde dut yerdi.
Cankurtaran meydanında misket oynarken,“ benden baş - sekiyor sapıyor - üstünden atlıyor” diye dua ederken,
üzerine yüründüğünde, hep yanında durup kimseciklere yan baktırmayan dostu; belki de bir sinema dönüşü adını
taktığı Max vardı. Bir gün kim bilir kimler tarafından nerelere götürülen, haftalar sonra kaçıp kapısına gelen ve oracıkta
ölen sokak köpeği Max. Bir de ördeği vardı. Tozda, toprakta arkadaşıydı. Bir gün ördek de yok oldu; çok aradı ama
bulamadı.
Derken “komşu evdekiler kesip yedi onu” dedi bir arkadaşı.
Elinde taşlar, komşunun evinin önündeydi. Bütün camlarını aşağıya indirdi. Toz oldu. Bir hafta sonraki sünnetinde komşu
karı,
sünnet hediyesi olarak, cam paralarını almayacağını söyledi.
Aradan böyle geçti yıllar. Ardından - aslında pratikte hiçbir şeyin değişmediği – ekmek karneli yıllar, karartma geceleri,
kitap alamadan kitaplı çocuklara ders çalıştırarak gelen lise mezuniyeti, annesinin, babasının hangi okula gittiğini hiç
bilmediği, devlet parasız yatılı sınavını kazanarak okuduğu İ.T.Ü.’den inşaat yüksek mühendisi olarak ayrılışı, kazandığı
ilk
maaşıyla annesinin onlarca yıl ertelenmiş ameliyatını yaptırışı geldi.
**
** **
Artık
donla mavnalara yüzmekten sapsarı değildi saçları;
bir
başka milenyumda, açlık kan şekerini ölçmeye gelmiş oğluna,
komşu
karının kestiği ördeği, yüz otuz santimlik boyuyla indirdiği camları
anlatırken.
**
** **
Siz
de bana n’olur şimdilerin, 2000’lerin, bir ilköğrenim dönemi çocuğunun
öyküsünü anlatın.
Ama hamburger menülerinden, C plakalı okul servislerinden, hormonlu domateslerden, sekiz haneli alfanümerik şifrelerden
bahsetmeden.
Bana
geriye kalanları anlatın;
geriye
kalan bir şey bulabilirseniz...
27.05.2002 – Ankara
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com
14.04.1922 - 16.09.2003
Bu yazının PowerPoint sunumu: http://www.ergir.com/kucukpertev.htm adresindedir