9 Şubat 2018'de güncellenmiştir

TÜM FOTOĞRAFLAR YAZININ BİTİMİNDE YER ALMAKTADIR

(kaynak belirtmek kaydıyla kullanılabilir)

 

HABABAM SINIFI'NDAN - KUZGUNCUK'TA BİR ÇOCUK'A...

(Güncellenmiş eski bir: "Ahh; Güzel İstanbul..." öyküsü)

 

 

 

 

İSTİKLAL MARŞI ANADOLU'DA:

 

12 Mart 1921; Kurtuluş Savaşı yılları.

 

Mehmet Akif'in güftesini yazdığı İstiklal Marşı; büyük mücadeleler vermekte olan ülkemizin Milli Marşı olarak coşkulu alkışlarla kabul edilir, ilk Büyük Millet Meclisi'nde:

...

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!

Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?

...

 

ve Anadolu'ya; telgrafın ulaştığı her yere gönderilir sözleri -

oradan da tüm köylere erişsin, vatan savunmasındaki aşkımız, birlikteliğimiz doruğa ulaşsın diye.

 

Cide'deki ilkokulda; öğretmen Hilmi Bey; okuma yazması iyi olan öğrencilerine İstiklal Marşı'nı yazdırtmaktadır. Marş çoğaltılacak; çevre köylere, muhtarlıklara yollanacaktır.

 

Her öğrenci, yazarken kâğıdın altına 6 tane çok zor bulunan) karbon kâğıdı koymakta -

en alttaki kâğıda kadar geçebilsin diye bastıra bastıra yazmaktadır.

 

Hilmi (Erdem) Bey, (1989-1991 yıllarında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı, Başbakan Yardımcılığı, Devlet Bakanlığı, Maliye Bakanlığı görevlerinde de bulunan Kaya Erdem'in babası) küçük Mehmet Rıfat'ı ayağa kaldırır:

 

- Oku yazdığın marşı!..

 

- ... Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!

Kahraman ırkıma - - - (sessizlik)  Ne bu şiddet, bu celâl?

 

- Bir gül!  Son mısrayı bir daha oku!

 

- Kahraman ırkıma - - - (sessizlik)  Ne bu şiddet, bu celâl?

 

- BİR GÜL!!!    SON MISRAYI BİR DAHA OKU!!!

 

ve "bir gül"ü yine okumayıp, orada durunca tokat gelir ardından.

 

Çünkü Mehmet Rıfat, telgraftan okunan kelimeleri:

"Bir gül!" değil -  "Virgül" olarak anlamıştır.

 

10 yaşındaki Rıfatların, Mehmetlerin, öğretmen Hilmilerin kaleminden;

köy, köy Anadolu'ya dağılır:

KORKMA; SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK...

** ** **

 

İstiklal Marşı'nın ilk kopyalarını bastıra bastıra yazan küçük Mehmet Rıfat;

Hababam Sınıfı'nın da yazarı, T.C. Kültür Bakanlığı'nın verdiği plaket ile onur listesinde yer alan,

Basın Şeref Kartı sahibi şair öğretmen RIFAT ILGAZ'dan başkası değildir.

 

En başına "Son şiirim olabilir..." diye not düştüğü;

19 Kasım 1991'de yazdığı "son şiiri":

...

Elim eline değsin

Isıtayım üşüdüyse

Boşa gitmesin son sıcaklığım...

 

diye biten Rıfat Ilgaz'ın yaşamının çileli detaylarını; Çınar Yayınları'nın kurucusu olan oğlu Aydın Ilgaz'dan, sabaha karşı bitmek zorunda kalan bir sohbetimizde dinlemiştim.

 

Yakın tarihte Facebook sayfamdan Ankara'nın "yazılmazsa, gelecek kuşaklara aktarılamayacak" detayları paylaşmaya çalışmıştım: https://www.facebook.com/dushekimiyalcinergir/posts/1334973323314459

 

Bugün de Rıfat Ilgaz'ın, Sunay Akın'ın kalemlerinden okumaya doyamadığımız İstanbul Okyanusu'na bir damla katabilme; gelecek kuşağın susuzluğuna bir katkıda bulunabilme dileğindeyim.

 

Aydın Ilgaz'ın anlattıklarını, çocukluğunu, Kuzguncuk'u;

"yazılmazsa, orada kalmaya, unutulmaya mahkûmları" paylaşmak istiyorum.

 

Okuyacaklarınız, Boğaziçi’nin belki de en güzel döneminin;

1950’lerin Kuzguncuk’unun küçük çocuğu Aydın Ilgaz’ın anlattıkları -

siyah beyaz bir masumiyet döneminin rengârenk kesitidir.

 

Buyurun; anılar denizinde, Kuzguncuk anlatımında;

eski "Ah; Güzel İstanbul'a" yolculuğumuz.

 

"Duygular"  şehir hatları vapurumuzun ismi;

güvertedekilere özlemle el sallıyor -

iyi yolculuklar diliyoruz...

 

düş hekimi yalçın ergir   9 şubat 2018 / ankara

 

 

KUZGUNCUK’TA BİR ÇOCUK

 

Küçük bir çocuktu Aydın.

 

Babasının; yani bir ülkenin yedisinden yetmişine bağrına bastığı “Hababam Sınıfı”nın “öğretmen” yazarı Rıfat Ilgaz’ın günümüzde ders kitaplarında okutulan şiirlerinden ötürü polis tarafından arandığı yıllardı.

 

Öyle ki, kız kardeşi Yıldız’ın doğumunda bile babası hastane bahçesine gizlice gelebiliyor, doğumu pencereye işaret olarak konan yastıktan öğrenebiliyordu. Bu buruk doğum haberi daha sonra Sarı Yazma kitabında da yer alacaktı.

 

Güzeller güzeli annesi Rikkat Hanım da Pertev Niyal Lisesi’nde öğretmendi ve onun maaşıyla kıt kanaat idare ediyorlardı. Baba Rıfat Ilgaz arandığı için annesinin de işi tehlikedeydi. Bir gün Beşiktaş vapur iskelesinde buluşuldu; küçük Aydın’a durumu anlattılar: annenin işinden olmaması için boşanmaları gerekiyordu. Boşandılar.

 

Önce küçücük kardeşi Yıldız ve annesiyle Çengelköy Bakırcılar Sokak’taki büyükannenin evinde kaldılar, daha sonra 1951’de Kuzguncuk’a, kâgir eski bir Rum evine taşındılar.

 

Aynı duvarı paylaşan Kuzguncuk Cami ve Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi’yle; sakin, her dem yardıma hazır mütevazı insanları, İcadiye Caddesi, parke taşları, bostanları, iskeleye yanaşırken “vaat – vaat” diye düdük çalan ince uzun vapurlarıyla, Boğaz’ın Anadolu Yakası’ndaki şirin mi şirin bir hoşgörü semtiydi Kuzguncuk.

 

Bir zamanlar Marko Paşa’nın evi olan Kuzguncuk İlkokulu’na gidiyordu Aydın. Evlerinden gelen giden vapurları görebiliyor, hepsini tanıyor, okuma yazma bilmeyen kardeşi Yıldız;

“66 Boğaziçi”, “71 Halas”, “68 Güzelhisar”    diye vapurları sayabiliyordu.

 

Arkadaşlarıyla bellerine ip bağlayıp kendilerini tertemiz Boğaz sularına bırakıyorlar, küçük motorlu bir kayığın gücünü aşamadığı Boğaz’ın akıntısında - girdapların az ötesinde yüzmeyi öğreniyorlardı.

 

Tabii mayoları olmadığından çoluk çocuk elbiselerini tahta minareli Cemil Molla Cami’nin bir köşesine gizleyip serin sulara anadan doğma atlıyorlardı. Bir keresinde ders olsun diye arkadaşlarının babası Polis Mehmet elbiselerini aldığında, bir yandan ağlıyor, bir yandan da tek elleri önlerinde - tek elleri arkalarında Kuzguncuk sokaklarında çırılçıplak arkasından koşarak yalvarıyorlardı.

 

Artık balık gibi yüzmeye başladıklarında, parke taşlı yollardan ağır ağır geçen kamyonların arkalarına atlayıp Kandilli’ye gidiyorlar; Kandilli Yokuşu’nu çıkarken yavaşlayan kamyondan atlayıp kendilerini Boğaz’ın akıntısına bırakıp son sürat Marmara’ya – evlerine doğru gidiyorlardı. Akıntıya atladıklarında, ortadaki girdabın dışından Boğaz’ın ortalarına geliyorlar, akıntının makas yaptığı yerleri çok iyi bildikleri için Sarayburnu tarafına giden akıntıya geldiklerinde tramvay gibi akıntı değiştiriyorlardı. Çengelköy’ü geçtikten sonra Paşalimanı önlerinde Cahide Sonku’nun kocası Mithat Nemli’nin binasına doğru yüzüyorlar, Zeki Müren’in Bahçıvan filminin de çekildiği Şevket Mocan’ın köşkünün önündeki ters akıntıya geçip, Kuzguncuk vapur iskelesine varıyorlardı.

 

Bu akıntıya kaptırıp gitme işi öyle olağan bir hale gelmişti ki, Boğaz’ı gören evlerindeki annesi, küçük Aydın’ı merak ettiğinde camdan bakıyor, oğlu Boğaz’ın ortasında arkadaşlarıyla akıntıya kapılmış çırpınıyorsa içi rahat ediyordu.

 

Bir de vapurlara dadanmışlardı. Gizlice atladıkları vapur, iskeleden ayrılır ayrılmaz don gömlek kaptan köşküne çıkıyorlar, camı tıklatıp kaptanı kızdırıyorlar, kovalanırlarken o yükseklikten denize atlayıp kıyıya yüzüyorlardı.

 

Aslında kaptanlar da tanıdık olmuştu. Şevket Mocan’ın yalısının yanında emekli bir paşa otururdu. Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri her cumartesi vapura bindiklerinde, tam paşanın evinin önünden geçerlerken paşaya tempo tutup selam veriyor, kaptan uzun uzun vapurun düdüğünü çalarken, paşa da selamla onlara karşılık veriyordu.

 

Bir gün kapı çalındı; Aydın kapıyı açtığında karşısında susmasını işaretleyen babası Rıfat Ilgaz duruyordu.

 

Artık orada saklanacaktı.

 

Komşuları Polis Şaban’a durumu anlattılar. Polis Şaban, İstanbul vali ve belediye başkanı Ordinaryüs Profesör Fahrettin Kerim Gökay’ın vilayet binasındaki koruma görevindeydi. Doktor olduğu için Fahrettin Kerim’in kızınca belden su aldığını sanıyorlardı.

 

Polis Şaban dostça merak etmemelerini, kendisinin durumu bilmeyeceğini söyledi. Böylece evde gizlenen babalarıyla yaşam başlamıştı. Dışarıda, sivil polisler gelip gitme olacak mı diye evi kontrol ederlerken, öğretmen Rıfat Ilgaz çocuklarına ders çalıştırıyordu.

 

Eve bir gelen olursa kapılar kapatılıyor, tüberküloz hastası Rıfat Ilgaz ses duyulmasın diye içeride yastığı yüzüne kapatarak öksürebiliyordu. Arada kontrol amacıyla eve Rıfat Ilgaz imzalı telgraflar geliyor, anne Rikkat Hanım da sanki kocasının nerede olduğunu merak ediyormuş gibi izlene izlene postanelere gidip kocasını arıyordu.

 

Evlerine mahkemeler ve diğer konulardaki haberleri Can Yücel getiriyordu. Bir gün Can Yücel, küçük Aydın’a bir avukata toplatılan “Devam” adlı şiir kitabıyla ilgili bir dosya götürmesi gerektiğini söylemişti. Bu avukat daha sonra Türk siyasetindeki kilometre taşlarından birisi olacak Mehmet Ali Aybar’dan başkası değildi. Mahallenin çocukları bu olimpiyatlardaki yüz on metre engelli koşucumuz ve Balkan Şampiyonu Mehmet Ali Aybar’a hayrandılar. Aybar’ın eşi ile bir Johnson motor gibi Boğaz sularını kat edişlerini izlerler, bir yandan da komünist diye tanıdıklarından, korkarlardı.

 

Bu korku kendini deniz kıyısında oturan Nazım Hikmet’in teyze kızı Sara Hanım’ın evinin önüne gidip hep bir ağızdan “komüniiiist, komüniiiist” diye bağırdıklarında da kendisini göstermiş; Sara Hanım da kendilerine yukarıdan su dökerek cevap vermişti. Akşam evde durumu Rıfat Ilgaz’a anlatınca ve baba da bu işe çok kızınca, ertesi gün gidip özür dilemişler, şekeri hak etmişlerdi.

 

Aydın’ın bir arkadaşı vardı, evlerine gelir giderdi ve baba Rıfat da içeride gizlenirdi. Bir gün evlerine gittiğinde arkadaşının babası Aydın’a kötü haberi verdi:

 

- Söyle babana hazırlansın; yarın onu almaya geleceğiz...

 

Arkadaşının babası kendisini gemilerde müfettiş olarak tanıtan bir sivil polisti ve Aydın arkadaşına, arkadaşı da babasına evin gizli sakininden söz etmişti.

 

Aydın durumu ağlayarak babasına söylemiş, Rıfat Ilgaz da:

 

- Söyleyin, Berber Emin gelip tıraş yapsın …    demişti.

 

Ayların uzamış saçı kesilmiş, sinekkaydı tıraş olunmuş ve babayı alıp götürmüşlerdi.

 

Anne ve babasının en uzun birlikteliği bitmişti.

 

1955 yılıydı; bir gün büyük bir panik yaşandı. Kuzguncuk’un Rum sakinleri kendilerine ve diğer dost bildiklerinin evlerine sığınmıştı. 6-7 Eylül olayları yaşanıyordu; gözü dönmüş bir kalabalık “Atatürk’ün Selanik’teki evini bombaladılar” haberiyle galeyana gelmiş, ortalığı yakıp yıkıyordu. Karşı kıyıda ateşler yakmış bir kalabalığın ilerleyişi görülüyor, uğultusu Kuzguncuk’tan duyuluyordu.

 

Ertesi gün karşı kıyıya geçti; İstiklal Caddesi’ne gitmeye çalıştı Aydın. Sıkıyönetim ilan edilmiş, Beyoğlu’na giriş çıkışlar kapatılmıştı. Ama Aydın bir binanın altından bir geçit biliyordu ve Beyoğlu’na çıkabilmişti.

 

Gördüğü manzara inanılmazdı. Dükkânlar yakılmış yıkılmış, yağmalanmıştı. Buzdolapları o hırsla ikinci - üçüncü katlara çıkartılıp pencerelerden yollara atılmıştı. Sokaklarda vitrinlerden atılmış deniz motorları dururken Beyoğlu adeta kumaşla kaplanmıştı. Yüzlerce metre top kumaş tramvayların arkasına bağlanarak açılmış, jiletlerle ufak ufak parçalanmıştı. O bisikletine hep almak istediği şarj dinamosu bile bir dükkân vitrininden sokağa fırlatılmıştı.

 

İstanbul, İstanbul olalı böyle bir ayıp yaşamamıştı, yaşamayacaktı.

** ** **

 

Derken yıllar birbirini kovaladı

ve Boğaz’dan çok çocuksuz sular aktı.

 

Artık pek çok iskeleye uğramaz oldu Boğaz vapurları,

güzelim iskeleler boynu bükük, üzerlerindeki yazılarıyla kaldı.

Boğaz’ın bakir sırtları doldu taştı, yalıları birer birer yandı,

yeşilin yerini beton, sevginin yerini rakamlar aldı;

Kuzguncuk’un güzelliği, Göksu’nun âlemi, Küçüksu’nun küçüklüğü hep şarkılarda kaldı.

 

Rıfat Ilgaz şimdi milyonların sevgilisi;

Hababam Sınıfı, Cumhuriyet Türkiye'sinin en klasikleşmiş eserlerinden birisi.

 

Yukarıdaki anlatılanlar ise umarım bir gün çıkacak -

umarım bizi alıp, masumiyet dönemlerine taşıyacak bir kitabın özeti.

 

Sarı Yazma’sından, Karartma Geceleri’ne, babasının eserlerini yeni nesillere taşımaya çalışan, her yıl Cide’de kültür festivalleri düzenleyen, öykü yarışmaları, şiir yarışmalarıyla gençleri kaleme kâğıda teşvik eden Aydın Ilgaz'ın gelecek kuşaklara iletmek istedikleri.

 

Yemeğinden, sohbetine “alelaceleleştirilmiş” bir toplumda;

kazanmamaya tutuklu bir yayınevi sahibinden,

akıntıya karşı kulaç atan Kuzguncuk’un küçük çocuğu Aydın Ilgaz’dan -

bir otel lobisinde, sabaha karşı dinlediklerimin özeti.

 

Yolunuz bir gün Kuzguncuk’a düşerse gün batımında dünyanın en güzel manzarasını seyredin

ve Rıfat Ilgaz öğretmen, Can Baba (Yücel), Aydın Ilgaz, Uğur Yücel, Kuzgun Acar, Oktay Rıfat'ların Kuzguncuk’una -

 

İsmet Baba, Lakerdacı Marko, Bahriyeli Sabri, Berber Muzaffer, Bekçi Recep, Gemici Hidayet, Kamarot Mehmet, Midyeci Stelyo, Dökümcü Muharrem, Şoför Ahmet, Kavanoz Suavi, Ciğerci Muammer, Kör Mustafa, Bandocu Adnan, Amigo Bahattin, Balıkçı Pandelli, Kuzguncuklu Abuş, Hüsamettin Kaptan, Motorcu Bahattin, Dişçi Şerafettin, Polis Mustafa, Kabzımal Muaffak, Garson Recep, Albay Hakkı, Emektar Sevim, Fıçıcı Niyazi, Paçavracı Muhlis ve Köfte Tuncer, Ankaralı Gürkan Öncel gibi sevdalı simalarına

 

ve Boğazın köpüklerine karışıp gitmiş Güzelhisar, Boğaziçi, Halas, nazlı vapurlarına -

bizim çook sevgi, saygı ve selamlarımızı da iletin...

 

düş hekimi yalçın ergir   http://www.ergir.com

(tarifsiz) özlemle...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

** ** **

http://www.ergir.com/kuzguncukta_bir_cocuk.htm

& Güncellenmiş Ankara Yazıları:

 

PİKNİK  -  TUNA CADDESİ, 1/A, YENİŞEHİR / ANKARA

http://www.ergir.com/Piknik.htm

 

BİR “BÜYÜK SİNEMA”MIZ DAHA OLURSA…

http://www.ergir.com/2011/buyuk_sinema.htm

 

TAŞHAN’DAN ÇIKTIK YOLA… Başkent’in İlk Dükkânları

http://www.ergir.com/2012/Tashandan_Ciktik_Yola.htm

 

GERÇEK BİR ANKARA ÖYKÜSÜ...

http://www.ergir.com/2018/gercek_bir_ankara_oykusu.htm

 

 

 

http://www.ergir.com

 
 

  Düş Hekimi Yalçın Ergir

Facebook Paylaşım Sayfası

https://www.facebook.com/dushekimiyalcinergir